6 Haziran 2014 Cuma

eski filmler ve 1960'tan tüm zamanlara gelen film: ''the apartment''

Bu filmi sevmek için, çekildiği yılın 1960 olması bile yeterli bir sebeptir bana göre. 60'lar, en güzel en anlamlı yıllar, ne savaşılan yılların metalik, ürpertici atmosferi, ne 80'lerin çirkin modaları, saçma sapan giysileri, müzikleri, ne de 2000'lerin teknolojik, sanal karakterleri, yabancılaşma. yetmişler doksanları ayrı tutuyorum tabi oğlum. 70'lerin türk filmleri iyiydi, hababam sınıfı ve münir özkullu adile naşitli, çoluk çocuğun bebe beliğin, envai çeşit isimleri bilinmeyen yeşilçam emekçisinin doluştuğu kalabalık aile filmleri, onlar iyiydi yani. doksanlarda da çocukluğumuz geçti, onu da kenara ayırırsak, en sağlam en karakterli yıllardı altmışlar. siyah beyaz filmler, klas giyinmiş kadınlar adamlar, ve teknolojinin ele ayağa düşüp basitleşmediği, insanların birbirlerinin yüzlerine bakarak, adamakıllı dinleyerek, hissederek iletişim kurduğu yıllar.
sen nereden bileceksin lan, dünkü bebe, diyeceksin. oraya geliyorum. yirminci yüzyıldan on on bahsedilmesinin sebebi her onluğun kendine has bir duruşu olmasından. 60lardaki yaşamla 80ler arasında çok fark var. bunu o yılların filmlerinden anlıyoruz. en azından ben oradan biliyorum. her dönem, o yılların sinemasıyla anlatılır. sinema fotoğraf gibi değil, uzun metraj, görüntülü bir kayıt, o yıllara ait belge gibi. benim de yeni sayılır eski filmlere merakım, bi kaç tane eski siyah beyaz film izleyince ve onların şimdi çekilen işe yaramaz gişe filmlerinden yüz gömlek üstün olduğunu fark ettiğimde, tamam dedim. bu yıllarda bir farklılık var ulan, anlam var, duygusallık var. bu konuyu masaya yatırmalı dedim ve öyle başladı. sadri alışık üstadın turist ömer'leri, ayhan ışıklar, (onun filmini izlemedim ne yalan söyleyim) yeşee öztürk serengil filmleri, bu ayrımı belli ediyordu aslında.  o dönemin amerikası da öyle, kendine has. elinde viskisiyle adamların aklını alan yüksek promilli cazibeli vamp kadınlar, trençkotlar, eski arabalar, şarkılar falan. bunlar da o döneme has biçimler. görüntü de siyah beyaz olunca haliyle klas bir duruş bütün sinemaya hakim.  gece hayatı, fahişeler, meyhane tarzı yerler, eski barlar, eski komplimanlar bile daha farklı.


o kadar konuştuk sağlam bir örnek vermeli, 1960 yapımı romantik-drama the apartment.  başrolünde komik ama yalnız ve kaybeden, jack lemmon'un oynadığı bir adam var. büyük bir kurumda çalışan, sigortacı gibi, çağrı merkezinde çalışanları andıran işçiler ve ancak menfaat üstüne kurulmuş basamaklarda yükselmesi şart, sabun köpüğünden mevkiler. kadınlar patronların metresi olma yolunda, esas adamımız da evini patronlara garsoniyer olarak kullandıran bir adam. temelinde kapitalist sistemin eleştirisi. yükselmek için ya metres olarak eve atılırsın, ya da kadın değilsen evini açarsın. sermaye işçi kesimde, kullanıcılar da kendilerinden vaat ve yalanlar dışında hiçbir şey vermeyen patronlar.  esas adam, jack lemmon, öyle öyle yükselip iyi bir odaya geçiyor ama asıl yüzleşme orada başlıyor.
sevdiği bir kadın var da ondan.  asansör görevlisi kısa saçlı tatlı bir kadın. bir şekilde o kadınla yolları kesişiyor, paranın ve mevkinin, aşkın yanında lafı bile edilmediğinin farkına varıyor. vardıkça daha bir insanlaşıyor, büyüyor.  ''neden sizin gibi iyi bir adama aşık olamıyorum?'' diye soran esas kızımızın bu kadınsı repliğindeki ''iyi'' adamlığın hakkını veriyor.





6 Şubat 2014 Perşembe

dostoyevksi-camus-kafka- varoluşçuluk ve tatar çölü hakkında

varoluşçu yazar Dino'nun, Camus ve Kafka esintileri taşıyan romanıdır tatar çölü. dünya edebiyatında iz bırakmış çoğu yazar özünde varoluşçudur bana göre. Dostoyevski de aynı şekilde. varoluşu farklı pencerelerden sorgulayan yazarlar bunlar. insan ruhu temelinde farklı kavramlar öne çıkar. Dostoyevski'de bu sorgulama, bireylerin iç dünyalarına, bilinçaltına dikiz atmasıyla olur. bunu da psikoanalitik yöntemlerle ustalıkla yapar ve öyle yükselir, roman karakterleri vicdanlarının sesini dinler, devamlı bir iyilik-kötülük savaşı vuku bulur.
Camus'da ise birey kendisiyle ilgili bir mücadeleye girmez. yabancının ana karakteri kendisini tanır, dünyayı yorumlar ve olduğu gibi davranır. o kendisidir, değişmeye, vicdan muhasebesi yapmaya gerek görmez, ama böyle yaptıkça da çevresine göre bir yabancı olarak kalır. yani Dostoyevski karakterlerin olaylara karşı değişken ruh hallerini sergilerken, Camus; statik bir karakteri dünyaya gönderir, bu sefer değişken olan birey değil toplumdur. toplum camus'nun yabancısına göre konumlanır. bu  da toplumun ahlak anlayışının çarpıklığı ve saçmalıklarını gözler önüne serer ve eleştiriye açık hale getirir.
Kafka ise varoluşu yabancılaşma teması üzerinden anlatır bana göre. devamlı surette derdini anlatmaya çalışan, anlaşılamayan karakterler vardır. gregor samsa ailesi tarafından anlaşılamamış dışlanmıştır. ve böcek olarak varolur, öyle de yok olur. josef k. ise dava'da sürekli bürokrasiye çarpar durur, bilmediği bir suçla yargılanır, debelendikçe küçülür.İşte tatar çölü bu noktada farklı bir varoluşçu roman. bir asker gözünden anlatılır hikaye, unutulmuş bir sınır kalesinde hiç gelmeyecek olan düşmanı bekler ömür boyu. godot'yu bekler gibi.  kaleyi bırakıp gidemez, alışkanlıklar ruhunu sarmıştır, gündelik işler, her gün aynı konuşmalar, emir-komuta zinciri, normal hayattan tamamen uzakta, güvende bir yaşam, zamanla bir bağımlılığa dönüşür., sadece beklemek,  gelmeyecek olanı beklemek, devamlı bir anlam arayışı gibidir roman boyunca. yaşam bu mudur, buna değer mi? gibi sorular sordurur okuyucuya. kolaycılığa, alışılmışa bağlanıp hayatı ıskalayan bütün okurlara yapar aslında eleştiriyi. ben kitabı askerde okumuştum, böyle komik de bir anısı vardır bende. askerde okunacak en son kitap bile değildir yani. 

5 Şubat 2014 Çarşamba

beyaz geceler üstüne bi iki bişey

Beyaz Geceler, Dostoyevski'nin ilk döneminde yazdığı bir hikayedir. ilk yazarlık döneminde öteki adlı romanı da eleştirmenlerden olumsuz not alınca bir süre yazarlığa küsmüş, diye geçer dostoyevski'nin gerçek yaşamıyla ilgili bilgilerde, vikipedide vs. daha sonra politik olaylara karışmış, kurşuna dizilecekken son anda affedilmiş. daha sonra yeraltından notlar, suç ve ceza, budala gibi başyapıtları gelmiş. bunlar da 2. yazarlık dönemi olarak anlatılır.
ama beyaz geceler'i okuyunca diğer başyapıtlarından çok da bağımsız bir kitap olmadığını gördüm. tamam belki onlar kadar yoğun bir edebiyatı yok, psikolojik analizler, ruh betimlemeleri suç ve ceza'daki kadar ağır değil. daha yüzeysel yazılmış. ama dostoyevski'nin yazdığı hiçbir şeyde, en yüzeysel görüneninde bile derin bir yapı olduğunu kabul etmeliyiz. beyaz geceler'de gölgede kalmış, fark edilmemiş ve başarısız bir adamı anlatmış yazar. (tabi burada başarıdan kastettiğim, hayalini kurduğu kadınlarla gerçek hayatta beraber olamamak.) şimdi bile öyle değil midir, başarının görünen en yüzeysel değerlerle ölçüldüğü bir dünyada yaşamıyor muyuz? güçlü olmak, zengin olmak, başkalarının hayallerini süsleyen kadınlarla birlikte olmak vs.. başarının nispeten bu tarz yüzeysel statülerle ölçüldüğü bir dünyada, görünmeyen gerçek değerlerden bahsetmiş üstat Dostoyevski; engin bir gönül zenginliğinden, kendisine değer vermeyen sıradan adamların peşinden giden kadınlara, bütün herkesten daha fazla değer verebilen, yokluğu gördüğü için aşkın, insansızlığı gördüğü için insanın kıymetini bilen iyi bir adamın kalbinden geçen saf ve temiz duygularından bahsetmiş. ben çok geç okudum bu kitabı. ama çok önemsiyorum. yeraltından notlar'daki karakter de bu adamdan çok farklı değildi, prens mışkin de öyle, belki raskolnikov da. hepsinden birer parça vardı birbirlerinde. yaratıcıları Dostoyevksi olunca elbette kaybetmiş iyi adamlar anlatılacak romanlarda. gerçekte kimin kaybettiğini bilemiyoruz. dünya sahte, gelip geçici ve yüzeysel. maneviyatın gözardı edildiği bir yer. o yüzden ne söylesek, ne anlatsak boş. üstat sadece bütün romanlarında yaptığı gibi, beyaz geceler'de de, insanın içinde petersburga gitme isteği uyandıran o muazzam atmosferde, yine iyi bir adamı anlatmış. iyi bir adamın duygularını hiçe sayan, ezip geçen dengesiz bir kızın arkasından bile, ''onun mutlu olmasını istiyorum'' diyecek kadar iyi bir adamı anlatmış. ya eski yeşilçam filmlerinde, ya da yazarın romanlarında var böyle insanlar. değerini bilelim.