12 Ağustos 2011 Cuma

absürd kısa öykü -2-


35 derece sıcaklıkta, insana 'keşke yürüseydim' dedirterek yavaş yavaş ilerlemekteydi otobüs. sıhhıye durağına geliyordu ki birdenbire kulakları sağır eden bir gürültü koptu. Aynı anda aynı yere binlerce yıldırım düşmüş olsa, gökyüzündeki bütün bulutlar, Erol Evgin'i kıskandırmak için peşpeşe şimşekler çakmış, Zeus'un kafası fena halde güzel olsa bile bu kadar yüksek bir desibel oluşamazdı. Kendini kaybeden şoförlerin bastıkları kornalar, siren sesleri, insan çığlıkları, giderek yükselmekte olan telaşlı sesler ortalığı karamsar bir karnaval havasına dönüştürdü. Herkes ne yapacağını bilemez halde olduğu yerde çakılı kaldı. Sıcak temmuz gününün soğuk yağmurlu bir havaya dönüşü, anlamsızca yağan ceviz büyüklüğündeki dolu... Korkunç bir gürültü daha oldu, ses bombası gibiydi.


Hepsi sadece 5 dakika gibi bir sürede oldu bitti. Sonra inanılmaz bir şey daha oldu. Güneş kendini tekrar gösterdi Ankara'da ama bu sefer bunaltıcı yaz havasından sıyrılıp ikinci bir bahar havasıyla karşılıyordu insanları. Aynı mevsim tekrar gelmişti. Hafif bir üşüme ve ürpertiyle otobüsten indim, gömleğimin kollarını indirip yürümeye devam ettim. Yol epey uzak olmasına rağmen iş yerine kadar kendim yürüyecektim. Köprünün altından geçtim, insanlar hep aynı yöne, aynı şaşkınlıkla bakıyordu. Merak ettim, insanların baktığı yöne doğru ilerlerken buldum kendimi. Aralıksız şaşkınlıklar içinden sıyrılırken hitit güneşine doğru yürümeye devam ettim ve başımı kaldırdığımda hitit güneşi heykelinin olmadığını fark ettim. Gördüğüm manzara karşısında ben de herkes gibi saçma bir ifadeyle olduğum yerde kaldım. Daha sonra unutması imkansız, hiç akıldan çıkmayacak kadar etkileyici bir görüntüydü gözlerimin önüne gelen. Picasso tabloları gibi sıradışı ve eşsizdi. Ancak bir rüya olabilirdi bu, uyanınca son bulmasın istenilen. Hava değişiminin böylesine tiyatral seslerle, efektlerle gelmesi bir mucize olacağının habercisiydi aslında. Kimse yerinden kımıldayamaz halde kalması ve yaşananların bir o kadar gerçek olması, zannediyorum duyulan şaşkınlığın ne kadar fazla olduğunun ispatıydı. hitit güneşinin olduğu yer ve ilerisi alabildiğine maviydi. Evet masmavi bir deniz vardı. İleride sadece Atakule görünüyordu. Gri binaların, iş merkezlerinin, dersanelerin, üst geçitlerin, arabaların, plazaların olması gerektiği yerde uçsuz bucaksız bir su birikintisi vardı bakanlıklara doğru. Evet denizdi bu. Deniz ve Ankara kelimelerini aynı cümle içinde kullanmanın sadece manidar kaldığını burada yaşayanlar bilir. Ancak kumsal yoktu zira asfaltın bir yerinde deniz başlıyordu, çok derin ve dibini görmek imkansızdı. Ne yapacaklarını şaşıran insanlar bir oraya bir buraya gidiyor, karşı tarafa geçemedikleri için denizin kıyısında komik bir kalabalık oluşturuyordu. Ben sebepsizce çok mutlu olmuştum bu duruma. Artık -Ankara'da deniz yok ki ehehe- veya -Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum hacı- diyen andavallılara tokat gibi inecek mucizelerdendi. Denizi olan yerde yaşadıklarını söyleyip sadece iş için, mecbur kaldığı için yolu düşenlerin, -biz denizi olan yere alışkınız Ankara'da yapamayız- temalı sevimsiz laflar, şakalar duyulmayacaktı. Bu yüzden çocukça mutlu olmuştum bu esrarengiz durumdan. Sonunda Ankara'da da deniz vardı. Hem de çok temiz, kirletilmemiş, bozulmamış bir deniz. İçinde pet şişelerin yüzdüğü o bulanık İstanbul Boğazı gibi değil, ambalajı yeni açılmış hissi veren şahane, masmavi bir denizdi. Martılar da peydah olmuştu gökyüzünde. Hava ise nemli değildi. İlla ki denize kıyısı olan yerler nemli olurdu ama burada yoktu öyle bir şey, alışılagelmiş kuru Ankara havası yine etkisini gösteriyordu. O derece kusursuzdu her şey. İnsanlar şaşırıyordu ama yine de mutlulardı. Anlaşılmaz bir sevinç bulutu sanki denizle birlikte kentin üstünü sarmıştı...


Kıyı boyunca yürüdüğüm zaman, en çok da sevdiğim pastanenin yerinde durduğuna sevindim. Artık deniz manzarası olan,  baklavasına bayıldığım bu mekana, şaşkınlığı üzerimden attıktan ve biraz da kıyı boyunca yürüyüp ne tarafların yok olduğunu kestirdikten sonra uğramaya karar verdim. Abdi İpekçi Parkının yarısı artık denizin altında kalmıştı. diğer yarısı -gökyüzüne avuç açmış heykel- hizasının biraz ilerisinden başlıyordu. Heykelin yerli yerinde olmasına sevindim. Sezenler tarafına doğru yürüdüğümde ise İzmir Caddesinin tamamının artık olmadığını fark ettim. İzmir yoksa, karşı tarafında olan Sakarya Caddesi de yoktu. Yüksel, Karanfil, Konur. Evet bunlar da denizle birlikte tarihe karışmıştı. Kuğuluya doğru gidemeyecektik artık. Tunalıda bir yerlerde oturup, sevdiklerimizle bira içip midye dolma yiyemeyecektik. Aynı şekilde Sakarya Caddesi anıları da denizin altında kaybolup gitmişti. Denizle birlikte gelen bu esrarengiz olayın beynimde yaratmış olduğu sersemletici etki, kaybolan anılarla birlikte yerini yavaş yavaş hüzne bırakıyordu. Gözlerimin önündeki sis perdesi aralandıkça, sarhoşluk halleri gidiyor, bilincim -kendine gel- serzenişinde bulunuyordu. Kendimi birden mutsuz hissetmeye başladım dalgalar ayaklarımın altındayken. En yakındaki tekel bayiye gidip bira almak geldi içimden. Üzülüyordum. Başlayan her yeni olay eskileri de alıp götürmese olmaz mıydı? Oysa, doğanın getirdiği mucizelerden rahatsızlık duyulmazdı, insanlar geçmişe biraz saygı duysalardı, yaşatabilselerdi...


Müzeye dönüştürülen, koruma altına alınan tarihi yerleri bile, facebookta sadece arka plan malzemesi olarak kullanan duygusuz ve makineleşmiş bir nesil hatırlayabilir mi bu denizin altında kalan anıları? ilk duyduğum mutluluk yerini büsbütün hüzne bıraktı. Hiç bu kadar emin olmamıştım bundan. Biz neden böyleydik? Gelenlere sevinmeyi öğretenler, gidenlere üzülmemeyi neden öğretmediler bize, bu dünyanın tek gerçeği bu olduğu halde... Neden diye sordum kendime? Bir cevap bulamadım. Sonra yaklaşık yarım saat daha kıyıya oturdum, ayaklarımı uzattım denize karşı. İki şişe bira içtim, sonra da iş yerine döndüm ve korna sesleriyle uyandım. 

Neyse ki rüyaymış, başımı kaldırdığımda sesler anlam kazanıyordu. Bilmiyorum belki on dakika olmuştur belki de beş dakika. Tek hatırladığım dirseklerimi üzerine koyduğum masada, başımı sağ elime yasladığım, sonra da belli belirsiz uyuduğum. Sesler bulanıklaşmaya başlayıp, yayınevinin otoparkına parkeden ambulansların ısrarla çıkardığı kornalar ve ona karışan yağmur sesleri duyulmaya başladığından beri yarı uyanık haldeyim. Yarı uyuyor da olabilir. Uysuzluğun halüsinatif etkilerini de görmüş oldum ve saçma bir rüya daha saçma bir sitkom gibi bitmişti. 




tarih: haziranaralık ayının altıncı pazarı, yıl 2511 saat gündüzle gece arası (Gogol'a en deli saygılarımla)