22 Aralık 2011 Perşembe

ahmet ümit - beyoglu rapsodisi' nden notlar

Okuyanların çoğu Ahmet Ümit'in beceriksiz finalinden bahsetmiş. yok son on sayfası polisiye gibiymiş, aslında beyoğlu'nu anlatmak istemiş. yok agatha christie'den aparmış, hiç ipucu vermemiş. önce şunu söylemek gerekir ki, polisiye okumaya şartlanmış bir okuyucunun bulaşmaması gereken bir roman bu. adam beyoğlu tasvirleri yapmış, istiklal caddesini anlatmış, tarihi mekanlar hakkında bilgi vermiş. evet ilk 200 sayfasında hiç olay olmamasına rağmen beyoğlu'nda okuyucuyu gezdirmiş. bunlar kitabın olumlu tarafları. sırf bu sebeple bile okunabilir bir romandır bu. hayata dair, inançlara dair, insanlara dair hoş cümleler var romanda. bunlar bile yeterliydi. ama polisiye gözüyle değerlendirirsek çok yanlışı var.


anlatıcının katil olması bana göre mantıksız. ben polisiye roman yazsam, gerçekçi olmasını da istiyorsam, katili anlatıcı yapmam. birinci tekil şahıstan yazılan hikayede anlatıcının en çıplak ruh hali ortaya dökülmelidir. suç ve ceza okuduk. dostoyevski okuduk. raskolnikov da katildi ve birinci tekil olmamasına rağmen bütün ruh hali ortadaydı. zayıflıkları, çıkmazları okurun önünde şekilleniyordu. biz onu katil olarak sevmiştik. çünkü neden yaptığını, aklından geçenleri söylüyordu korkusuzca. albert camus'nun yabancısını da öyle sevdik, bütün aykırılıklarıyla. 
ama bu romanın anlatıcısı olan Selim, kendi duygularını, aklından geçenleri, düşündüklerinin hepsini okuyucuyla paylaşmadı. paylaşamadı. ahmet ümit onu katil yapmıştı ve bizden saklamak istiyordu. tamam, bu da bir tarz olabilir, Agatha Christie de aynısını yapmış denilebilir. ama bence gerçekçi değil. kitabın sonlarına doğru Selim, Kenan'ı kıskanmaya başladı. kenan, her zaman egosu yüksek bir insandır, şöyle bencildir, böyle havalıdır, gibilerden içten içe öfkesini kustu. benden habersiz iş yapıyor dedi. bunlar aklı başında bir katilin iç sesleri olamaz. ama başından beri kendi kendini ele verdi. bodrum katında insan kemiklerinin olduğu eski apartmanını kenan'a verdi kullansın diye. sonra da toparlamaya mı çalıştı yani? selim şizofren bir karakter olsaydı daha gerçekçi olurdu roman. adam şizofrenmiş ne yaptığını bilmiyor diyebilirdik. ama son derece akıllı mantıklı bir karakter analizi var Selim'in üstünde. öyle de zaten. para babası, Kenan kadar deli dolu değil, Nihat kadar beceriksiz, ezik değil. buna rağmen katil, romanın anlatıcısı Selim. roman kapanışındaki amacın şaşırtmak olduğunu bildiğimiz için, gerçekçilikten ödün verilmesi doğal bir sonuç. yazarın gayesi okuyucuyu finalde şaşırtmaktı zaten. ve başarılı oldu. 

olayın düğüm noktası katya ile olan sohbetleri, ekim devrimi sonrası türkiye'ye kaçan ruslar olduğu halde, bu konuların üstünde çok durulmadı. sadece küçük ipuçları verilerek okuyucuların dikkatinin başka konulara çekilmesi istendi. katya adındaki rus karakterin çok güzel olarak tasvir edilmesi, aralarda yapılan olay örgüsünden kopuk sohbetlerin etkileyiciliği ve nicholas flamel gibi konular okuyucuyu kilit noktadan uzaklaştırdı. böylece silik olan ayrıntılar tamamen gözden kaçtı. bu da finalin sarcısı olması için ahmet ümit'in her romanında kullandığı tekniklerden biri. bu romanında da bu yöntemi aşırı yoğun bir şekilde kullanmış. (daha doğrusu esinlendiği agatha christie eseri olan ''roger ackroyd cinayeti''ni birebir almış diyorlar. okumadığım için bir şey söyleyemem bu konuda)  eleştiriler şu şekilde; hiç ipucu yoktu, kitabın sonunda kenan geldi ve şunları söyledi, ''selim oyun bitti!'' dedi. ''senin baban katildi, rusları öldürüp bodruma gömdü, elmaslarını aldı. sana da şantaj yaptılar, iki genci öldürmek zorunda kaldın, sonra fransa'ya gittin, babanın vakti zamanında öldürdüğü ekim devriminden kaçan rus ailenin, o dönemde fransa'da çocuk olan, şimdi ise 90 yaşında bir yazar olan kızını öldürdün. sen katilsin selim.'' dedi. eleştiriler de haksız sayılmaz. sonundaki hikaye çok zorlama olmuş. ama açık kapı bırakmadan romanı tamamladığı için eksiksiz bir kurguyla işi kotarmış ahmet ümit. edebi olarak da başarılı buldum. 

21 Kasım 2011 Pazartesi

Zaman öldürmek



Uyumamam gerekiyordu bu hiçliğin ortasında. Nedeni yok bunun, olması da gerekmez. Bir tür cinayet olmalı bu, zamanı öldüren türden. Ellerimin arasından kayıp yere düşüyordu zaman, zaten hiç tutmayı becerememiştim. Bıraktığım anda da halının tam ortasına yuvarlanmıştı. Böyle başlamıştı hikaye, böyle de son bulacaktı, diye düşünürken kapıyı güneş çaldı. Önce çatılara o eşi benzeri olmayan turunculuğundan vermiş, -saniyenin yüzde biri gibi bir zamanda da kaybolmuştu. bir başka renk vardı artık evlerin çatılarında. Nasıl değişti, ne zaman değişti anlamamıştım bile. Bir rengin dönüşümü bu kadar kısa bir zamanda olmamalıydı.- Sonra da sararmaya başlamıştı gecenin karanlığı. Geceyle sabah arası, turuncuyla sarının ortası bir sessizlik vardı kentin bu saniyelerinde. Önce güneşin o kaçamak turuncu ışıkları çaldı kapımı, sonra telefonumun alarmı zile bastı. Saati, zamanın bu anına kurmamın sebebi, balkona çıktığımda o rengi görebilmek ve sonrasında cinayeti işlemekti. Ondan sonra da uyuyacaktım. Önce bekledim. zamanı, hayatımın en saçma günleriyle öldürmeye başladığımdan beri, bir katil psikolojisine sahibim. Bu gece de aynısını yaptım. Bekledikten sonra, her şey istediğim gibi olduktan, cinayet mekanını planladığım gibi ayarladıktan sonra başlayabilirdim. başladım ve bir anda oldu yine. Sonra balkona çıktım. soğuk hava yüzüme çarptığında gökyüzünün  loş maviye dönüşünü seyrettim. Dönmeyecektim. Ama uzaklaşamıyorum geride bıraktığım cesetten. Katiller cinayet mahalline geri dönermiş derler. Bu sözü yaşatmaya çalışıyorum belki. Belki de ruhumun tedavisini, -geçmiş zaman- denilen cesedin yanından ayrılmayarak yapmaya çalışıyorum. Onarıyorum ruhumun derinlerindeki akrep yelkovanı, belki yeniden başlar çalışmaya diye kurmaya çalışıyorum. Oysa cinayet saatinde bile duymamıştım tik takları. Cinayeti gerçekleştirirken bile. Zamanı öldürmek için aşırı sessiz bir geceydi. Ve o gece sabaha karşı, turuncu ışıklar çatılara konmak için geç kalmamış olsaydı, her şey daha farklı olacaktı. Ama olmadı. Rutine alışmıştım, rahattım. Şimdi zaman, halının orta yerinde, kanlar içinde... Ve ben ona bakıyorum. hiçliği buluyorum sessizlikte.

7 Ekim 2011 Cuma

consume obey die

Eve geldiğinde çok yorgundu.
Normalde altı buçuk olan mesai saati o gün neredeyse sekiz buçuğu bulmuştu. Öğle yemeğinden akşama kadar zihnini alıkoyan, başka bir şey düşünmesini engelleyen, etrafa boş gözlerle bakmasına sebep olan tek şey bir an önce mesaisini bitirip eve gitme düşüncesiydi. Garip şekilde o gün, hiç bu kadar zor olmamıştı. Diğer zamanlar daha kolay gelirdi akşam saatleri. Nasılsa yapılması gerekenleri yapar, bilgisayar ve masasındaki dosyaları özenle bitirir, gözden geçirir, kaydederek çıkardı işten. Zaman daha hızlı akar sonra da eve giderdi. İşte o gün, çok zor geldi. aşırı bir sıkılganlık tüm bedenini esir almış, beyninin vücuduna yönelttiği komutlara bile karşı koyar duruma gelmişti. Çalışmak içinden gelmiyordu ve olayın sinir bozucu tarafı, ondan başka herkes sanki zevkle çalışıyordu iş yerinde. Etrafa gülücükler saçıyor, oradan oraya çocuklar gibi koşturuyordu. Yeryüzünde yorulmayan, yorulsa da farkında olmayan tek canlının çocuklar olduğunu düşünürsek, sanıyorum bu benzetme okuyucu için son derece yeterli olmuştur.
Evet. Herkes neşeyle çalışıyordu. O iş yerine ilk defa gelen bir insan, herhalde şirinler köyüne geldiğini zannedebilirdi. Çünkü sağa baksa, neşeli şirin elinde çayıyla işinin başına dönüyor; sola baksa, şakacı şirin bir başka şirin arkadaşıyla şakalaşıyordu. Espriler, komiklikler havada uçuşuyordu. Herkes o kadar memnundu ki, hiç kimse saate bile bakmıyordu. Belki de gizlice bakıyor olabilirlerdi, ama bunu ayıp olmasın diye şirin babaları görmeden yapıyorlardı.
Saat ilerliyordu. Altı, yedi, yedi buçuk ve sekiz. Yine de herkesin yüzünde; zevkle çalışma aşkı, anlamsız bir tebessüm ve sorgulamadan yaşamanın kayıtsız huzuru vardı. Kahramanımız neden sıkılıyordu da herkes çalışmaktan zevk alır gibi görünüyordu? Şirinler köyüne benzeyen bu iş yerinde tek gargamel o olabilirdi ama burası şirinler değil de gargameller köyü ise, içlerindeki tek şirin baba kendisiydi ama sözünü dinletebileceği hiç kimsesi yoktu. Yüzünü ne tarafa dönse bir başka replik duyuyordu. Konuşmaya başlasa, sanki başkasının repliğini çalarak oyunun ahengini bozan birisiymiş gibi davranıyorlardı ona. Üzerinde hep, ona yabancı gözlerle bakan ifadelere rastlıyordu. Konuşmak yersizdi böyle zamanlarda ama o yine de konuşurdu.
- Saat kaç oldu farkında mısınız?
- Daha bitirilmesi gereken işler var.
- Yarın sabah devam ederiz acelesi yok ya. sekiz oldu saat.
- Şu işi bitirip de gideriz. Kaytarmamak lazım öyle hemen.
Bu lafların üstüne konuşmanın lüzumsuz olduğunu, muhatap olduğu insanın bir an için yalaka şirin olduğunu unutmuştu. Hem o da kendi açısından haklıydı. Şirin babası bu saatte işten çıktığını görse kim bilir ne düşünürdü. Yalaka şirinin yüzündeki kırmızılık vantilatörün çabalarına rağmen bir türlü geçmiyordu. İşverenin gözüne girmek amacıyla sürdürdüğü isteksiz gayretini; gönüllü bir özveriye benzetmek için uğraştığı kadar atomları parçalamaya uğraşsaydı, eminim Einstein yerine herkes ondan bahsederdi ama bu yalaka şirinin uğraşı atomları parçalamak değildi elbette. Sadece, kendisini o iş yerinde tutmaktı. Aslında onun mesaisi önündeki kağıtlar ve bilgisayarındaki dosyalar değil, başarıyla üstlendiği ikiyüzlülük ve birilerine yaranma çabasıydı. O nedenle yüzündeki anlamsız kırmızılık hiç geçmiyor, ona komik ve çaresiz bir görüntü veriyordu. Vantilatörün uğultusu da boşa gidiyordu.
Kahramanımız ise hiçbir şey söylemeden, kendinden emin bir şekilde, onu orada tüm şirinliğiyle masada bırakarak iş yerinden çıktı ve eve geldi. Hikayenin başında da belirttiğimiz gibi çok yorgundu.
Televizyon kumandasına doğru uzattı elini. Ekranda karşısına nelerin çıkacağını tahmin edebiliyordu. Tv kanallarının dörtte üçünü diziler, geri kalanını da palyaçoların, ipte yürüyen cambazların veya burnunda bir deniz topunu çeviren fok balıklarının bulunduğu sirkleri andıran yarışma programları oluşturuyordu. Tahmin ettiği gibi, kumandasına davranıp televizyonu açar açmaz karşısına; duygu sömürülerinin son raddeye geldiği trajedi ve entrikanın iç içe kullanıldığı bir dizi çıkmıştı. -Öyle bir geçer zaman ki- adını verdikleri bu dizi toplumun trajedi ihtiyacına yönelik görüntüleri insanlara sunan ve bunu acımasızca reytinge dönüştüren bir diziydi. İçi boşalan, hatta giderek görünmez hale gelen kültür endüstrisine yaptığı bu katkılarından dolayı reytingle ödüllendiriliyordu. İçerik, ana fikir, önemli değildi. Mesaj kaygısı başından beri olmamıştı. Sadece, amatör ruhunu kaybetmemiş, hiç bir zaman da tabuları yıkamamış duygusal toplumun gözyaşlarıyla suladığı, güvenli ve emniyetli bir yöntemi temel alan dramatik kurgunun boşluğuna açılan bir üründü. Her ne olursa olsun izlenecek, ağlanacak ve bir sonraki trajedisi merakla beklenecek dizilerden birisiydi. Tüketilen ve tüketildikçe arkasında hiçbir iz bırakmayan, unutulan diğer emsalleri gibi kapitalizmin karanlığına karışacak olan dizilerden birisiydi.
Diğer kanalda da; yeterli olamayan, hep daha fazlasına alışan, farklıyı isteyen ve çabuk sıkılan bir neslin gereksinimine yönelik o ağır trajediyi içinde barındıran, tecavüz gibi hassas konuları malzeme haline getiren bir dizi vardı. -Fatmagül'ün suçu ne?-
Trajedinin her zaman ilgi çektiği, yarışların her zaman arka sıralardan takip edildiği ve hiçbir zaman da yetişmenin mümkün olmadığı bu topraklarda, namus kavramı her zaman ilk sıradan yarışı bitiriyordu. İlk bölümü tecavüzle başlayan bir dizinin bu kadar çok izlenmesi, popüler olması sanırım bu yüzdendi. Devamı nasılsa gelirdi. Tecavüzün, aldatmanın, ihanetin ardından gelen aşk ve entrika temaları, bu yapımların büyük kitlelerce izlenmesi için yeterli malzemelerdi.
''İnsanlar, tabularından hem çok fazla korkuyor, hem de izlemeye bayılıyor.'' diye düşündü kahramanımız. Kumandasını tekrar aldı eline. Hızlıca değiştirdi kanalları. Diziler, entrikalar, yavaş ilerleyen bakışmalar, akışı olmayan durağan sahneler, herkesin anlayabileceği düzeyde basit cümleler, tekrar bakışmalar, kısa replikler... Diğer programlar da çok farklı değildi. -bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak- cümlesini akıllara getiren yarışma programlarında, insanlar kendilerini topluluk önünde rencide etme yarışına girmişlerdi. Kanalları değiştirmeye devam etti. Bu sefer de açık oturumlar çıktı karşısına. Bu programlarda da siyaset tartışmaları adı altında; bir tarafta iktidarın şakşakçılığını yapan düzen sevicileri, diğer tarafta sorunun kaynağına inmeden, ömrü boyunca muhalefet yapmaktan zevk duyan ve içi boş eleştiriler yapan, sadece eleştiren, eleştiren ama hiçbir zaman çözümden bahsetmeyen, düşüncelerin merkezine inemeyen beceriksiz, tatlı su muhalifleri vardı. Onların bu yüzeysel muhalefetleri yüzünden ülke bu hale gelmemiş miydi hem...
Bunları da izlemek istemiyordu. En iyisi televizyonu kapatmaktı. Bu makinada herkes birbirinin kopyası, birbirinin aynısıydı. İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı içinde barındırıyordu. Eleştirilenler, aynı zamanda eleştirinin kendisiydi. Televizyonu kapattığında birası da bitmişti. Odasına doğru gitti, ışığı kapattı ve uyumaya başladı. Bunları düşündüğü sırada aslında herkes öyle yapıyordu.

22 Eylül 2011 Perşembe

Gogol ve Ölü Canlar

Daha yeni bitirdiğim bu Gogol klasiği ve Rus Edebiyatı ile ilgili bir iki kelam edeyim dedim. üçüncü denememde bitirdiğim bir kitap oldu bu. bunun gogol amcayla bir ilgisi yok elbette. o rus edebiyatının ağır betimlemeleriyle ve durağan başlangıcıyla ilgili bir durum bu. (dostoyevski klasiği olan, suç ve ceza romanı da aynı şekilde sıkıcı bir mektupla başlar ilk bölümlerde. anne raskolnikova'nın yazdığı illet bir mektuptu 10 sayfa boyunca. onu da ikinci denememde başlayıp bitirmiştim. neyse)
Rus edebiyatında isimler birbirine benzer ve sağlamdır. ivanoviç isimleri defalarca romanın sayfalarında geçer. en azından her üç erkek karakterden birinin adında muhakkak -ivanoviç- vardır ve her rus karakter üç isimlidir. kadınların soyadları bile farklıdır. mesela ivanoviç=ivanovna oluverir. ama o isimleri görüp de kitabı bırakmak vasat bir okuyuculuktur. sinemadan anlamayan dizi izleyiciliğidir. onlara tavsiyem şudur ki, -gitsinler liseli kitabı olan, twillight okusunlar.- rus edebiyatına gönül vermiş okuyuculara da, ilk yüz sayfayı bir şekilde bitirip kitabın sonuna kadar fazla ara vermeden okumaları tavsiye edilir. konunun akılda taze kalmasını romanın etkileyiciliğini artırır, olay örgüsünden ve karışık isimlerden kopmamayı sağlar. bunları sağladıktan sonra bitirmemek için hiçbir sebep yoktur. rus edebiyatı çok lezzetli bir iştir. okuyucuyu içine çeken bir edebiyattır.

Ölü canlar ise Gogol'un başyapıtı kesinlikle. Rusya'yı uşağı petruşka ve arabacı selifan ile karış karış gezerken gogol amcamız da peşlerinden gider. ara sıra kendini de anlatır romanda. bunun sebebi de o dönemde rusya'da aldığı ağır eleştirilerdir. bu eleştirilere kendi üslubunda verdiği sağlam ayarlar da vardır kitapta. sevgili okuyucusunu sıkmadan anlatmaya çalışır bunları. çarlık rusya'sının çürümüşlüğünü ve menfaat ekseninde oynanan oyunları, ikiyüzlü tavırlar sergileyen karikatürize tiplemelerinde görürüz. envai çeşit yemeklerden ve çiftlik sahiplerinin oburluğundan bahseder kitap. yazarın ince bir ironiyle besleyerek anlattığı soylu sınıfın sahte davranışları okuyucuyu da rahatsız eder. ölü canlar almaya çalışan bir karakter vardır bu kitapta. Pavel İvanoviç Çiçikov adında olan bu karakter onları alarak hem kendisine hayali bir soyluluk ünvanı almayı, insanların ikiyüzlü sevgisini kazanmayı, hem de onlardan gelir elde etmeyi amaçlar. roman boyunca bu düşüncede hareket eder. aşırı kibar ve saygılı bir görüntü çizer. herkesle dost olmaya çalışsa da bunu başarılı bir sahtelikle yaptığı için kendisini eleverir sonunda. bedenen ölü canlar ve ruhen ölü canlar arasında gidip gelen bir romandır bu. -yaşayan ölü canlar- olmayın demek ister gogol. aslında 'yaşayan tüm ölü canlar'adır bu eleştirisi... ''bırakın serveti, kendi zavallı ruhunuzu kurtarmaya çalışın.'' diye bir cümleyle seslenir insanlığa.

Kısacası sıkıcı demeden okumak gerekir bu romanı. 1800 lü yıllardan tüm yüzyıllara yazılmış bir roman gibidir. öyle de kalıcı bir etkisi vardır. ikinci cildinde dolandırıcı olan karakter; doğruyu, iyiyi anlama gayreti göstermeye çalışır. bu kısımları çok az ve kopuk olduğu için sonuçsuz kalır. okuyucu için inandırıcılığı olmayan bir durumdur bu çünkü o kadar düzenbazlığın ardından Çiçikov'un iyi yola girmesi, hak yoluna dönmesi realist bir bakış açısı değildir. bunu yazar da farkettiği için yazamayacağını düşünmüş ve 3. cildi hiç yazmamış. ikinci cildi de, kendisine bunları şeytanın yazdırdığını düşünerek şömineye atıp yakmış. buradan kurtarılan parçalar da birinci cilde eklenerek bitirilmemiş bir roman ortaya çıkmış. bu yüzden romanın son bölümü kopuk kopuk ilerler. ama ne olursa olsun, ne kadar eksiği olursa olsun verilen mesaj ustaca olduğundan bence her açıdan tamamlanmış bir eser niteliğindedir. daha fazla övmüyorum kardeşim, alın okuyun. bir Gogol manifestosu.

23 Ağustos 2011 Salı

12 Ağustos 2011 Cuma

absürd kısa öykü -2-


35 derece sıcaklıkta, insana 'keşke yürüseydim' dedirterek yavaş yavaş ilerlemekteydi otobüs. sıhhıye durağına geliyordu ki birdenbire kulakları sağır eden bir gürültü koptu. Aynı anda aynı yere binlerce yıldırım düşmüş olsa, gökyüzündeki bütün bulutlar, Erol Evgin'i kıskandırmak için peşpeşe şimşekler çakmış, Zeus'un kafası fena halde güzel olsa bile bu kadar yüksek bir desibel oluşamazdı. Kendini kaybeden şoförlerin bastıkları kornalar, siren sesleri, insan çığlıkları, giderek yükselmekte olan telaşlı sesler ortalığı karamsar bir karnaval havasına dönüştürdü. Herkes ne yapacağını bilemez halde olduğu yerde çakılı kaldı. Sıcak temmuz gününün soğuk yağmurlu bir havaya dönüşü, anlamsızca yağan ceviz büyüklüğündeki dolu... Korkunç bir gürültü daha oldu, ses bombası gibiydi.


Hepsi sadece 5 dakika gibi bir sürede oldu bitti. Sonra inanılmaz bir şey daha oldu. Güneş kendini tekrar gösterdi Ankara'da ama bu sefer bunaltıcı yaz havasından sıyrılıp ikinci bir bahar havasıyla karşılıyordu insanları. Aynı mevsim tekrar gelmişti. Hafif bir üşüme ve ürpertiyle otobüsten indim, gömleğimin kollarını indirip yürümeye devam ettim. Yol epey uzak olmasına rağmen iş yerine kadar kendim yürüyecektim. Köprünün altından geçtim, insanlar hep aynı yöne, aynı şaşkınlıkla bakıyordu. Merak ettim, insanların baktığı yöne doğru ilerlerken buldum kendimi. Aralıksız şaşkınlıklar içinden sıyrılırken hitit güneşine doğru yürümeye devam ettim ve başımı kaldırdığımda hitit güneşi heykelinin olmadığını fark ettim. Gördüğüm manzara karşısında ben de herkes gibi saçma bir ifadeyle olduğum yerde kaldım. Daha sonra unutması imkansız, hiç akıldan çıkmayacak kadar etkileyici bir görüntüydü gözlerimin önüne gelen. Picasso tabloları gibi sıradışı ve eşsizdi. Ancak bir rüya olabilirdi bu, uyanınca son bulmasın istenilen. Hava değişiminin böylesine tiyatral seslerle, efektlerle gelmesi bir mucize olacağının habercisiydi aslında. Kimse yerinden kımıldayamaz halde kalması ve yaşananların bir o kadar gerçek olması, zannediyorum duyulan şaşkınlığın ne kadar fazla olduğunun ispatıydı. hitit güneşinin olduğu yer ve ilerisi alabildiğine maviydi. Evet masmavi bir deniz vardı. İleride sadece Atakule görünüyordu. Gri binaların, iş merkezlerinin, dersanelerin, üst geçitlerin, arabaların, plazaların olması gerektiği yerde uçsuz bucaksız bir su birikintisi vardı bakanlıklara doğru. Evet denizdi bu. Deniz ve Ankara kelimelerini aynı cümle içinde kullanmanın sadece manidar kaldığını burada yaşayanlar bilir. Ancak kumsal yoktu zira asfaltın bir yerinde deniz başlıyordu, çok derin ve dibini görmek imkansızdı. Ne yapacaklarını şaşıran insanlar bir oraya bir buraya gidiyor, karşı tarafa geçemedikleri için denizin kıyısında komik bir kalabalık oluşturuyordu. Ben sebepsizce çok mutlu olmuştum bu duruma. Artık -Ankara'da deniz yok ki ehehe- veya -Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum hacı- diyen andavallılara tokat gibi inecek mucizelerdendi. Denizi olan yerde yaşadıklarını söyleyip sadece iş için, mecbur kaldığı için yolu düşenlerin, -biz denizi olan yere alışkınız Ankara'da yapamayız- temalı sevimsiz laflar, şakalar duyulmayacaktı. Bu yüzden çocukça mutlu olmuştum bu esrarengiz durumdan. Sonunda Ankara'da da deniz vardı. Hem de çok temiz, kirletilmemiş, bozulmamış bir deniz. İçinde pet şişelerin yüzdüğü o bulanık İstanbul Boğazı gibi değil, ambalajı yeni açılmış hissi veren şahane, masmavi bir denizdi. Martılar da peydah olmuştu gökyüzünde. Hava ise nemli değildi. İlla ki denize kıyısı olan yerler nemli olurdu ama burada yoktu öyle bir şey, alışılagelmiş kuru Ankara havası yine etkisini gösteriyordu. O derece kusursuzdu her şey. İnsanlar şaşırıyordu ama yine de mutlulardı. Anlaşılmaz bir sevinç bulutu sanki denizle birlikte kentin üstünü sarmıştı...


Kıyı boyunca yürüdüğüm zaman, en çok da sevdiğim pastanenin yerinde durduğuna sevindim. Artık deniz manzarası olan,  baklavasına bayıldığım bu mekana, şaşkınlığı üzerimden attıktan ve biraz da kıyı boyunca yürüyüp ne tarafların yok olduğunu kestirdikten sonra uğramaya karar verdim. Abdi İpekçi Parkının yarısı artık denizin altında kalmıştı. diğer yarısı -gökyüzüne avuç açmış heykel- hizasının biraz ilerisinden başlıyordu. Heykelin yerli yerinde olmasına sevindim. Sezenler tarafına doğru yürüdüğümde ise İzmir Caddesinin tamamının artık olmadığını fark ettim. İzmir yoksa, karşı tarafında olan Sakarya Caddesi de yoktu. Yüksel, Karanfil, Konur. Evet bunlar da denizle birlikte tarihe karışmıştı. Kuğuluya doğru gidemeyecektik artık. Tunalıda bir yerlerde oturup, sevdiklerimizle bira içip midye dolma yiyemeyecektik. Aynı şekilde Sakarya Caddesi anıları da denizin altında kaybolup gitmişti. Denizle birlikte gelen bu esrarengiz olayın beynimde yaratmış olduğu sersemletici etki, kaybolan anılarla birlikte yerini yavaş yavaş hüzne bırakıyordu. Gözlerimin önündeki sis perdesi aralandıkça, sarhoşluk halleri gidiyor, bilincim -kendine gel- serzenişinde bulunuyordu. Kendimi birden mutsuz hissetmeye başladım dalgalar ayaklarımın altındayken. En yakındaki tekel bayiye gidip bira almak geldi içimden. Üzülüyordum. Başlayan her yeni olay eskileri de alıp götürmese olmaz mıydı? Oysa, doğanın getirdiği mucizelerden rahatsızlık duyulmazdı, insanlar geçmişe biraz saygı duysalardı, yaşatabilselerdi...


Müzeye dönüştürülen, koruma altına alınan tarihi yerleri bile, facebookta sadece arka plan malzemesi olarak kullanan duygusuz ve makineleşmiş bir nesil hatırlayabilir mi bu denizin altında kalan anıları? ilk duyduğum mutluluk yerini büsbütün hüzne bıraktı. Hiç bu kadar emin olmamıştım bundan. Biz neden böyleydik? Gelenlere sevinmeyi öğretenler, gidenlere üzülmemeyi neden öğretmediler bize, bu dünyanın tek gerçeği bu olduğu halde... Neden diye sordum kendime? Bir cevap bulamadım. Sonra yaklaşık yarım saat daha kıyıya oturdum, ayaklarımı uzattım denize karşı. İki şişe bira içtim, sonra da iş yerine döndüm ve korna sesleriyle uyandım. 

Neyse ki rüyaymış, başımı kaldırdığımda sesler anlam kazanıyordu. Bilmiyorum belki on dakika olmuştur belki de beş dakika. Tek hatırladığım dirseklerimi üzerine koyduğum masada, başımı sağ elime yasladığım, sonra da belli belirsiz uyuduğum. Sesler bulanıklaşmaya başlayıp, yayınevinin otoparkına parkeden ambulansların ısrarla çıkardığı kornalar ve ona karışan yağmur sesleri duyulmaya başladığından beri yarı uyanık haldeyim. Yarı uyuyor da olabilir. Uysuzluğun halüsinatif etkilerini de görmüş oldum ve saçma bir rüya daha saçma bir sitkom gibi bitmişti. 




tarih: haziranaralık ayının altıncı pazarı, yıl 2511 saat gündüzle gece arası (Gogol'a en deli saygılarımla)