
Normalde altı buçuk olan mesai saati o gün neredeyse sekiz buçuğu bulmuştu. Öğle yemeğinden akşama kadar zihnini alıkoyan, başka bir şey düşünmesini engelleyen, etrafa boş gözlerle bakmasına sebep olan tek şey bir an önce mesaisini bitirip eve gitme düşüncesiydi. Garip şekilde o gün, hiç bu kadar zor olmamıştı. Diğer zamanlar daha kolay gelirdi akşam saatleri. Nasılsa yapılması gerekenleri yapar, bilgisayar ve masasındaki dosyaları özenle bitirir, gözden geçirir, kaydederek çıkardı işten. Zaman daha hızlı akar sonra da eve giderdi. İşte o gün, çok zor geldi. aşırı bir sıkılganlık tüm bedenini esir almış, beyninin vücuduna yönelttiği komutlara bile karşı koyar duruma gelmişti. Çalışmak içinden gelmiyordu ve olayın sinir bozucu tarafı, ondan başka herkes sanki zevkle çalışıyordu iş yerinde. Etrafa gülücükler saçıyor, oradan oraya çocuklar gibi koşturuyordu. Yeryüzünde yorulmayan, yorulsa da farkında olmayan tek canlının çocuklar olduğunu düşünürsek, sanıyorum bu benzetme okuyucu için son derece yeterli olmuştur.
Evet. Herkes neşeyle çalışıyordu. O iş yerine ilk defa gelen bir insan, herhalde şirinler köyüne geldiğini zannedebilirdi. Çünkü sağa baksa, neşeli şirin elinde çayıyla işinin başına dönüyor; sola baksa, şakacı şirin bir başka şirin arkadaşıyla şakalaşıyordu. Espriler, komiklikler havada uçuşuyordu. Herkes o kadar memnundu ki, hiç kimse saate bile bakmıyordu. Belki de gizlice bakıyor olabilirlerdi, ama bunu ayıp olmasın diye şirin babaları görmeden yapıyorlardı.
Saat ilerliyordu. Altı, yedi, yedi buçuk ve sekiz. Yine de herkesin yüzünde; zevkle çalışma aşkı, anlamsız bir tebessüm ve sorgulamadan yaşamanın kayıtsız huzuru vardı. Kahramanımız neden sıkılıyordu da herkes çalışmaktan zevk alır gibi görünüyordu? Şirinler köyüne benzeyen bu iş yerinde tek gargamel o olabilirdi ama burası şirinler değil de gargameller köyü ise, içlerindeki tek şirin baba kendisiydi ama sözünü dinletebileceği hiç kimsesi yoktu. Yüzünü ne tarafa dönse bir başka replik duyuyordu. Konuşmaya başlasa, sanki başkasının repliğini çalarak oyunun ahengini bozan birisiymiş gibi davranıyorlardı ona. Üzerinde hep, ona yabancı gözlerle bakan ifadelere rastlıyordu. Konuşmak yersizdi böyle zamanlarda ama o yine de konuşurdu.
- Saat kaç oldu farkında mısınız?
- Daha bitirilmesi gereken işler var.
- Yarın sabah devam ederiz acelesi yok ya. sekiz oldu saat.
- Şu işi bitirip de gideriz. Kaytarmamak lazım öyle hemen.
Bu lafların üstüne konuşmanın lüzumsuz olduğunu, muhatap olduğu insanın bir an için yalaka şirin olduğunu unutmuştu. Hem o da kendi açısından haklıydı. Şirin babası bu saatte işten çıktığını görse kim bilir ne düşünürdü. Yalaka şirinin yüzündeki kırmızılık vantilatörün çabalarına rağmen bir türlü geçmiyordu. İşverenin gözüne girmek amacıyla sürdürdüğü isteksiz gayretini; gönüllü bir özveriye benzetmek için uğraştığı kadar atomları parçalamaya uğraşsaydı, eminim Einstein yerine herkes ondan bahsederdi ama bu yalaka şirinin uğraşı atomları parçalamak değildi elbette. Sadece, kendisini o iş yerinde tutmaktı. Aslında onun mesaisi önündeki kağıtlar ve bilgisayarındaki dosyalar değil, başarıyla üstlendiği ikiyüzlülük ve birilerine yaranma çabasıydı. O nedenle yüzündeki anlamsız kırmızılık hiç geçmiyor, ona komik ve çaresiz bir görüntü veriyordu. Vantilatörün uğultusu da boşa gidiyordu.
Kahramanımız ise hiçbir şey söylemeden, kendinden emin bir şekilde, onu orada tüm şirinliğiyle masada bırakarak iş yerinden çıktı ve eve geldi. Hikayenin başında da belirttiğimiz gibi çok yorgundu.
Televizyon kumandasına doğru uzattı elini. Ekranda karşısına nelerin çıkacağını tahmin edebiliyordu. Tv kanallarının dörtte üçünü diziler, geri kalanını da palyaçoların, ipte yürüyen cambazların veya burnunda bir deniz topunu çeviren fok balıklarının bulunduğu sirkleri andıran yarışma programları oluşturuyordu. Tahmin ettiği gibi, kumandasına davranıp televizyonu açar açmaz karşısına; duygu sömürülerinin son raddeye geldiği trajedi ve entrikanın iç içe kullanıldığı bir dizi çıkmıştı. -Öyle bir geçer zaman ki- adını verdikleri bu dizi toplumun trajedi ihtiyacına yönelik görüntüleri insanlara sunan ve bunu acımasızca reytinge dönüştüren bir diziydi. İçi boşalan, hatta giderek görünmez hale gelen kültür endüstrisine yaptığı bu katkılarından dolayı reytingle ödüllendiriliyordu. İçerik, ana fikir, önemli değildi. Mesaj kaygısı başından beri olmamıştı. Sadece, amatör ruhunu kaybetmemiş, hiç bir zaman da tabuları yıkamamış duygusal toplumun gözyaşlarıyla suladığı, güvenli ve emniyetli bir yöntemi temel alan dramatik kurgunun boşluğuna açılan bir üründü. Her ne olursa olsun izlenecek, ağlanacak ve bir sonraki trajedisi merakla beklenecek dizilerden birisiydi. Tüketilen ve tüketildikçe arkasında hiçbir iz bırakmayan, unutulan diğer emsalleri gibi kapitalizmin karanlığına karışacak olan dizilerden birisiydi.
Diğer kanalda da; yeterli olamayan, hep daha fazlasına alışan, farklıyı isteyen ve çabuk sıkılan bir neslin gereksinimine yönelik o ağır trajediyi içinde barındıran, tecavüz gibi hassas konuları malzeme haline getiren bir dizi vardı. -Fatmagül'ün suçu ne?-
Trajedinin her zaman ilgi çektiği, yarışların her zaman arka sıralardan takip edildiği ve hiçbir zaman da yetişmenin mümkün olmadığı bu topraklarda, namus kavramı her zaman ilk sıradan yarışı bitiriyordu. İlk bölümü tecavüzle başlayan bir dizinin bu kadar çok izlenmesi, popüler olması sanırım bu yüzdendi. Devamı nasılsa gelirdi. Tecavüzün, aldatmanın, ihanetin ardından gelen aşk ve entrika temaları, bu yapımların büyük kitlelerce izlenmesi için yeterli malzemelerdi.
''İnsanlar, tabularından hem çok fazla korkuyor, hem de izlemeye bayılıyor.'' diye düşündü kahramanımız. Kumandasını tekrar aldı eline. Hızlıca değiştirdi kanalları. Diziler, entrikalar, yavaş ilerleyen bakışmalar, akışı olmayan durağan sahneler, herkesin anlayabileceği düzeyde basit cümleler, tekrar bakışmalar, kısa replikler... Diğer programlar da çok farklı değildi. -bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak- cümlesini akıllara getiren yarışma programlarında, insanlar kendilerini topluluk önünde rencide etme yarışına girmişlerdi. Kanalları değiştirmeye devam etti. Bu sefer de açık oturumlar çıktı karşısına. Bu programlarda da siyaset tartışmaları adı altında; bir tarafta iktidarın şakşakçılığını yapan düzen sevicileri, diğer tarafta sorunun kaynağına inmeden, ömrü boyunca muhalefet yapmaktan zevk duyan ve içi boş eleştiriler yapan, sadece eleştiren, eleştiren ama hiçbir zaman çözümden bahsetmeyen, düşüncelerin merkezine inemeyen beceriksiz, tatlı su muhalifleri vardı. Onların bu yüzeysel muhalefetleri yüzünden ülke bu hale gelmemiş miydi hem...
Bunları da izlemek istemiyordu. En iyisi televizyonu kapatmaktı. Bu makinada herkes birbirinin kopyası, birbirinin aynısıydı. İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı içinde barındırıyordu. Eleştirilenler, aynı zamanda eleştirinin kendisiydi. Televizyonu kapattığında birası da bitmişti. Odasına doğru gitti, ışığı kapattı ve uyumaya başladı. Bunları düşündüğü sırada aslında herkes öyle yapıyordu.