15 Ekim 2015 Perşembe

hapishaneden mektuplar...

Kemal Tahir, Piraye ve Nazım Hikmet - 1940, Çankırı Cezaevi              

Sevgili Nazım Hikmet,

Reçete gibi mektubunu bugün aldım. üç gün evvel de sana bir mektup yollamıştım. az kalsın telgraf çekecektim.
aşk şiirli bir mektup yazdığını söylüyorsun, tabii gelmedi. sen nazım hikmet, sen türklerin ve dünyanın en büyük şairi, sen yirminci asırda 35 sene ağır hapse mahkum edilmiş şair, sen 11 senedir zindanlarda inleyen budala kahraman! aziz yurdumuzda şiirin, sahici şiirin başlı başına en büyük suç olduğunu, sahici şiiri düşünmenin, yazmanın, okumanın, sevmenin, yanında bulundurmanın, adını anmanın günah sayıldığını hala öğrenemedin mi?
bu memlekette ilkmektep çocuklarını eroine alıştırmanın, ilkmektep kızlarını randevu evinde çalıştırmanın cezası 1 senedir, şiirin cezası 35 sene. bir de oturmuş aşk şiiri yazmışsın. aşk, sevgi manasına gelir. bu memlekette sevginin her çeşidi mutlak surette yasaktır. millet birbirini sevmeyecek ki, birbirine acımasın, birbirine düşsün, birbirini öldürsün, birbirinin ırzına tasallut etsin. bu suretle asayiş için açılan dükkanlar kar getirsin. vuran da yıkılsın, vurulan da...tarlalar, öküzler, çullar, kilimler el değiştirsin. denenmiş usuldür. kazancı üçyüz senedir denenmiş, tadına doyulmamış.

onbir senedir hapisteyiz. kimsenin işine karışmayız. beğenir yaparlar, kendi kendilerini metheder göklere çıkarırlar. seslenmeyiz. bir kaç ay sonra bunda hata görürler, vazgeçerler. bir bocalama olur. kabahat bizimmiş gibi yakamıza sarılırlar. bakarlar ki zulmün faydası yok, bir yeni hava uydururlar. bu hava, bir evvel ki havanın taban tabana zıttıdır. keşfedip besleyenler ihya edilir. yeni türküyü çağıranların gırtlakları paralanır. (tamam, derler, bu makam iyi, bu makam ebedi) gene sökmez. gene bizim yakamıza sarılırlar. gene bizi tartaklarlar. gene bakarlar ki bize zulmetmek cüzama deva değil, bir üçüncü, bir dördüncü hava tuttururlar. fakat efendileri, dertten, kasavetten kurtarmaz. buna hala neden alışamayız anlamam. sanki nazilere krom, demokrasiye kurum satan biziz. sanki memleketi bu hale biz getirdik. sen şiir yazarsın, ben roman yazarım. buna da içerlerler. kendileriyle, ıztıraplarıyla alay mı ediyoruz sanırlar, nedir?  onbir senedir, esirlere eza etmenin, mahpuslara zulüm yapmanın hiçbir şeyi halletmediğini şunlara öğretemediğimize yanıyorum.
...
senin şiirini hazmedemeyenler, bunca apartımanı, çiftliği, amerikan bankalarındaki altıncıkları mideye sindireceklerini nasıl havsalalarına sığdırırlar? senin şiirinden bile ürkenler, 18 milyon muzdarip bir kitleden niçin korkmazlar? şaşılacak haldir. gözlerini gaflet bürümüş desem, ingiliz altınını, amerikan dolarını millete bırakıp ortası delik yüzlüklerle yetindiklerini hiç görmedim.

aşk şiiri yazarsın! biz evladımızı bile sevmeyiz. sevsek hiç ona böyle kirli bir nam bırakmaya uğraşır mıyız. sen şiir yazarsın. biz karılarımızı bile sevmeyiz. sevsek, onları, 20 bin liralık hayvan postuna sarıp, çıplak milletin çıplak ve aç göğsü üzerinde, mantar pabuçla dolaştırabilir miyiz? biz bizzat kendi kendimizi sevemeyiz. biraz sevsek, dibi delik bir sandala kurulur da, akıntıya karşı, ıkına sıkına kürek çeker miyiz?

sen aşk şiiri yazmakla halt etmişsin azizim. onbir senedir, biz seni kendimize benzetmeye uğraşıyoruz. yüreğinde bir çimdik aşk, bir zerre insanlık, bir parça merhamet, bir minnacık mertlik, bir kıymık dostluk falan kalmasın diye... tamamiyle bizim gibi ol istiyoruz. sen hayasızca inat ediyorsun. halbuki biricik güvendiğimiz marifet vardı. insanları kendimize benzetmek kabiliyetiyle övünürdük. sen onu şüpheli hale getiriyorsun. bu suretle istikbal ümitlerini mahvediyorsun. şiir yazıyorsun koca sersem... 1948 senesinde eylül ayının herhangi bir gününde, bursa mapushanesinde aşk şiiri... allah belanı versin!

Kemal Tahir - 1948


https://www.youtube.com/watch?v=w67-hlaUSIs

24 Şubat 2015 Salı

Kemal Tahir ve Mayk Hammer

Polisiyenin hüküm sürmediği çorak topraklarda seneler evvel yazılmış Kemal Tahir'in mayk hammer romanları hakkında bir yazı bu. 
Mike Hammer denen zampara amerikan polisinin Kemal Tahir edebiyatıyla temizlenmiş,  adama dönmüş,  façası düzeltilmiş bıçkın hafiyesi hakkında...
Hususi polis hafiyesi mayk. Sevdiği kadınlara yavrum, ruhum falan diyor. Sahipleniyor. Duygusal halleri desen en afilisinden. Hasılı bizden biri. Sürekli yakıyor sigarasını, sövmekten geri durmadığı o mel'un new york caddelerine karışıyor. Harlem'in kuytu köşelerinden bile postu deldirmeden sağ salim çıkıyor. Usta Kemal Tahir, 1950'ler holivudunun film noir atmosferini, Amerika'yı hiç görmediği gibi üstüne üstlük 12 yıl yattığı Çankırı, Çorum cezaevlerinden yeni çıkmış bir yazar vasfıyla yaratıyor, aslından daha edebî bir ruha büründürerek. Mesela şöyle tasvir ediyor:   

                                                                                                                         ''Uzaklarda New York şehri yaralı bir vahşi hayvan gibi derin derin homurdanıyor. Ateş gibi nefesini sanki ense kökümde hissediyorum. Gene azamatine layık bir ahlaksızlık, bir cinayet işlenmiştir. Yuvarlanıp giden, yuvarlanıp gittikçe de çığ gibi büyüyen gangster nizamına müdahele edeceğimden mi korktu bu uğursuz New York gecesi?''      

                    
Gerçek mike hammer romanlarının yazarı Frank Morrison Spillane denen bir adam. 1945 sonrası soğuk savaş dönemi amerikan yazarlarından. Mike Hammer karakterinin yaratıcısı. Kaba saba, şiddete düşkün, yer yer ırkçı, faşizan bir kimliğe sahip olan mike tiplemesiyle, savaş sonrası muhafazakar amerika halkının sembolik karakterini ortaya çıkarmış. Haliyle alttan alttan amerikan propagandası yapmış. Zenci karakterlere olumlu anlamda yer verilmemiş. Şiddete düşkün, yüzeysel beyaz karakterlerin hikayesi. Üslup edebi değil, vakti zamanında, sadece para kazanmak için yazdığını bile itiraf etmiş hergele. İtlik, kumarbazlık, hergelelik mesleğini başarıyla icra eden altı adet roman yazmış mike hammer baş karakteriyle. Memleketimizde bile sağlam bir okuyucu kitlesine ulaşmış. Türk okuyucu tam hastası olmuşken bu roman serisinin, spillane yazmayı bırakıp yehova şahidi olmuş. Yazın işlerinden elini eteğini çeken coninin ardından çağlayan yayınevi, ''Ulan rekor satış oranına ulaşmışken ne halt etmeye bıraktı bu it? Devam ettirebilir miyiz?'' diye düşünmüş olsa gerek, o güne kadar mike hammer romanlarını fransızcadan tercüme eden Kemal Tahir'den rica etmişler. ''Üstat sen bu romanları çevire çevire konuya hakim olmuşsundur, gözünü seveyim el at da devam ettirelim şu mayk hammer'leri, okuyucu beklemez.'' demişlerdir büyük olasılıkla ve böylece usta yazar Kemal Tahir, F.M. ikinci takma adıyla mayk hammer rotasını devralmış. sene 1954. Yayınevinin üçkağıtı da yok. Amerikan conisinin son yazdığı öz hakiki mike hammer'ın arkasına, tercüme ede ede bu üslupta ustalaşmış F.M ikinci'nin yazdığı ilk macerayı sunacakları belirtilmiş. öyle de olmuş. ''mayk hammer'in yeni maceraları, yazan: F.M ikinci''    

                                       
Romanlar çok sağlam, kendine has. Beşinci sınıf bir amerikalı yazarın osuruktan edebiyat anlayışıyla ustayı bir tutmamak gerekir elbette. ''Ömrüne bereket mayk'' diyen roman karakterlerinin bize yakınlığı bir kenara, Kemal Tahir'in dünya görüşünün enginliği ve edebi derinliği sayesinde, kısa sürede yazılmasına rağmen en ufak bir pürüz bile göze çarpmıyor romanların üslubunda. Hatta okuyucu talepleri ve para kazanma doğrultusunda başlamış bir serüven olmasına rağmen, kurguda kaymalar, üslup kalitesinde ve sade dilinde de hiçbir özensizlik yok. Tertemiz bir anlatım hakim. Mayk da öyle. Aslından çok daha iyi huylu, daha delikanlı bir kardeşimiz. Kara Nara romanında mayk hammer zenci dostudur, ırkçılığın, faşistliğin karşısındadır. Ecel saati romanında layterde kapana kıstırılan maykın bulunduğu yere benzin doldurularak işkence edilen bir bölüm vardır, nazi artıklarının yöntemleri diye muhatap gösterilir. Sonuna kadar bir kapitalizm karşıtlığı Kemal Tahir'in mayk hammer'larında açıkça belirgindir, new york'u uğursuz mendebur bir şehir gibi gösteren betimlemeler ise tarif edilemez bir samimiyetle dile getirilir.                                     
                                                           
''Pencereden şehre baktım. Vakit iki buçuğa yaklaştığı halde ışıkları gene renk renk göklere yükseliyor. Bu haliyle boyaları karışmış bir sarhoş orospuya ne kadar benzemiş. İnsan nefesini kesse isterik çığlıklarını sanki duyacak. Hayasız çıplaklığı alacakaranlıkta ürperiyor. Şehrin, savcı odasının penceresine sığan kısmı bir dehşet piyesinin ruhu ürperten dekoruna benziyor.''           
                                                                    
Harlem hakkındaki metinleri de, tarih boyunca azınlık kalmış, dışlanmış, ezilmiş toplumların kilometrelerce uzaktan bile birbirini anlayan ve hisseden duygusal bağların yansımasıdır. Aslında Kemal Tahir adaletsizliğe, eşitsizliğe, kısacası insana dair söylemek istediklerini mayk hammer'ın ağzından söyler.    
                                                                    
''Harlem'in içine, 300 bin kişilik nüfusuyla dünyanın en büyük zenci şehri sayılan sefalet dünyasına daldık. Buraya ne vakit yolum düşse bir çeşit can sıkıntısı, bir çeşit öfke duyarım. Hususi hafiye büromu açtığım ilk aylarda -epeyce fakir sayıldığım yoksulluk zamanlarımda- burada bir iki iş kovaladım. Sefaletini yakından gördüm. Bu cenabet New York'un birçok beyaz mahallelerinde de sefalet vardır. Fakat buradaki sefaletin derinliği, milyonlarca New Yorklunun azametiyle iftihar ettiği gökdelenlerinden birkaç misli fazla.''


biterken kay starr-wheel of fortune (1952) çalıyordu. 
 https://www.youtube.com/watch?v=5bwMD9CgOeI

6 Haziran 2014 Cuma

eski filmler ve 1960'tan tüm zamanlara gelen film: ''the apartment''

Bu filmi sevmek için, çekildiği yılın 1960 olması bile yeterli bir sebeptir bana göre. 60'lar, en güzel en anlamlı yıllar, ne savaşılan yılların metalik, ürpertici atmosferi, ne 80'lerin çirkin modaları, saçma sapan giysileri, müzikleri, ne de 2000'lerin teknolojik, sanal karakterleri, yabancılaşma. yetmişler doksanları ayrı tutuyorum tabi oğlum. 70'lerin türk filmleri iyiydi, hababam sınıfı ve münir özkullu adile naşitli, çoluk çocuğun bebe beliğin, envai çeşit isimleri bilinmeyen yeşilçam emekçisinin doluştuğu kalabalık aile filmleri, onlar iyiydi yani. doksanlarda da çocukluğumuz geçti, onu da kenara ayırırsak, en sağlam en karakterli yıllardı altmışlar. siyah beyaz filmler, klas giyinmiş kadınlar adamlar, ve teknolojinin ele ayağa düşüp basitleşmediği, insanların birbirlerinin yüzlerine bakarak, adamakıllı dinleyerek, hissederek iletişim kurduğu yıllar.
sen nereden bileceksin lan, dünkü bebe, diyeceksin. oraya geliyorum. yirminci yüzyıldan on on bahsedilmesinin sebebi her onluğun kendine has bir duruşu olmasından. 60lardaki yaşamla 80ler arasında çok fark var. bunu o yılların filmlerinden anlıyoruz. en azından ben oradan biliyorum. her dönem, o yılların sinemasıyla anlatılır. sinema fotoğraf gibi değil, uzun metraj, görüntülü bir kayıt, o yıllara ait belge gibi. benim de yeni sayılır eski filmlere merakım, bi kaç tane eski siyah beyaz film izleyince ve onların şimdi çekilen işe yaramaz gişe filmlerinden yüz gömlek üstün olduğunu fark ettiğimde, tamam dedim. bu yıllarda bir farklılık var ulan, anlam var, duygusallık var. bu konuyu masaya yatırmalı dedim ve öyle başladı. sadri alışık üstadın turist ömer'leri, ayhan ışıklar, (onun filmini izlemedim ne yalan söyleyim) yeşee öztürk serengil filmleri, bu ayrımı belli ediyordu aslında.  o dönemin amerikası da öyle, kendine has. elinde viskisiyle adamların aklını alan yüksek promilli cazibeli vamp kadınlar, trençkotlar, eski arabalar, şarkılar falan. bunlar da o döneme has biçimler. görüntü de siyah beyaz olunca haliyle klas bir duruş bütün sinemaya hakim.  gece hayatı, fahişeler, meyhane tarzı yerler, eski barlar, eski komplimanlar bile daha farklı.


o kadar konuştuk sağlam bir örnek vermeli, 1960 yapımı romantik-drama the apartment.  başrolünde komik ama yalnız ve kaybeden, jack lemmon'un oynadığı bir adam var. büyük bir kurumda çalışan, sigortacı gibi, çağrı merkezinde çalışanları andıran işçiler ve ancak menfaat üstüne kurulmuş basamaklarda yükselmesi şart, sabun köpüğünden mevkiler. kadınlar patronların metresi olma yolunda, esas adamımız da evini patronlara garsoniyer olarak kullandıran bir adam. temelinde kapitalist sistemin eleştirisi. yükselmek için ya metres olarak eve atılırsın, ya da kadın değilsen evini açarsın. sermaye işçi kesimde, kullanıcılar da kendilerinden vaat ve yalanlar dışında hiçbir şey vermeyen patronlar.  esas adam, jack lemmon, öyle öyle yükselip iyi bir odaya geçiyor ama asıl yüzleşme orada başlıyor.
sevdiği bir kadın var da ondan.  asansör görevlisi kısa saçlı tatlı bir kadın. bir şekilde o kadınla yolları kesişiyor, paranın ve mevkinin, aşkın yanında lafı bile edilmediğinin farkına varıyor. vardıkça daha bir insanlaşıyor, büyüyor.  ''neden sizin gibi iyi bir adama aşık olamıyorum?'' diye soran esas kızımızın bu kadınsı repliğindeki ''iyi'' adamlığın hakkını veriyor.





6 Şubat 2014 Perşembe

dostoyevksi-camus-kafka- varoluşçuluk ve tatar çölü hakkında

varoluşçu yazar Dino'nun, Camus ve Kafka esintileri taşıyan romanıdır tatar çölü. dünya edebiyatında iz bırakmış çoğu yazar özünde varoluşçudur bana göre. Dostoyevski de aynı şekilde. varoluşu farklı pencerelerden sorgulayan yazarlar bunlar. insan ruhu temelinde farklı kavramlar öne çıkar. Dostoyevski'de bu sorgulama, bireylerin iç dünyalarına, bilinçaltına dikiz atmasıyla olur. bunu da psikoanalitik yöntemlerle ustalıkla yapar ve öyle yükselir, roman karakterleri vicdanlarının sesini dinler, devamlı bir iyilik-kötülük savaşı vuku bulur.
Camus'da ise birey kendisiyle ilgili bir mücadeleye girmez. yabancının ana karakteri kendisini tanır, dünyayı yorumlar ve olduğu gibi davranır. o kendisidir, değişmeye, vicdan muhasebesi yapmaya gerek görmez, ama böyle yaptıkça da çevresine göre bir yabancı olarak kalır. yani Dostoyevski karakterlerin olaylara karşı değişken ruh hallerini sergilerken, Camus; statik bir karakteri dünyaya gönderir, bu sefer değişken olan birey değil toplumdur. toplum camus'nun yabancısına göre konumlanır. bu  da toplumun ahlak anlayışının çarpıklığı ve saçmalıklarını gözler önüne serer ve eleştiriye açık hale getirir.
Kafka ise varoluşu yabancılaşma teması üzerinden anlatır bana göre. devamlı surette derdini anlatmaya çalışan, anlaşılamayan karakterler vardır. gregor samsa ailesi tarafından anlaşılamamış dışlanmıştır. ve böcek olarak varolur, öyle de yok olur. josef k. ise dava'da sürekli bürokrasiye çarpar durur, bilmediği bir suçla yargılanır, debelendikçe küçülür.İşte tatar çölü bu noktada farklı bir varoluşçu roman. bir asker gözünden anlatılır hikaye, unutulmuş bir sınır kalesinde hiç gelmeyecek olan düşmanı bekler ömür boyu. godot'yu bekler gibi.  kaleyi bırakıp gidemez, alışkanlıklar ruhunu sarmıştır, gündelik işler, her gün aynı konuşmalar, emir-komuta zinciri, normal hayattan tamamen uzakta, güvende bir yaşam, zamanla bir bağımlılığa dönüşür., sadece beklemek,  gelmeyecek olanı beklemek, devamlı bir anlam arayışı gibidir roman boyunca. yaşam bu mudur, buna değer mi? gibi sorular sordurur okuyucuya. kolaycılığa, alışılmışa bağlanıp hayatı ıskalayan bütün okurlara yapar aslında eleştiriyi. ben kitabı askerde okumuştum, böyle komik de bir anısı vardır bende. askerde okunacak en son kitap bile değildir yani. 

5 Şubat 2014 Çarşamba

beyaz geceler üstüne bi iki bişey

Beyaz Geceler, Dostoyevski'nin ilk döneminde yazdığı bir hikayedir. ilk yazarlık döneminde öteki adlı romanı da eleştirmenlerden olumsuz not alınca bir süre yazarlığa küsmüş, diye geçer dostoyevski'nin gerçek yaşamıyla ilgili bilgilerde, vikipedide vs. daha sonra politik olaylara karışmış, kurşuna dizilecekken son anda affedilmiş. daha sonra yeraltından notlar, suç ve ceza, budala gibi başyapıtları gelmiş. bunlar da 2. yazarlık dönemi olarak anlatılır.
ama beyaz geceler'i okuyunca diğer başyapıtlarından çok da bağımsız bir kitap olmadığını gördüm. tamam belki onlar kadar yoğun bir edebiyatı yok, psikolojik analizler, ruh betimlemeleri suç ve ceza'daki kadar ağır değil. daha yüzeysel yazılmış. ama dostoyevski'nin yazdığı hiçbir şeyde, en yüzeysel görüneninde bile derin bir yapı olduğunu kabul etmeliyiz. beyaz geceler'de gölgede kalmış, fark edilmemiş ve başarısız bir adamı anlatmış yazar. (tabi burada başarıdan kastettiğim, hayalini kurduğu kadınlarla gerçek hayatta beraber olamamak.) şimdi bile öyle değil midir, başarının görünen en yüzeysel değerlerle ölçüldüğü bir dünyada yaşamıyor muyuz? güçlü olmak, zengin olmak, başkalarının hayallerini süsleyen kadınlarla birlikte olmak vs.. başarının nispeten bu tarz yüzeysel statülerle ölçüldüğü bir dünyada, görünmeyen gerçek değerlerden bahsetmiş üstat Dostoyevski; engin bir gönül zenginliğinden, kendisine değer vermeyen sıradan adamların peşinden giden kadınlara, bütün herkesten daha fazla değer verebilen, yokluğu gördüğü için aşkın, insansızlığı gördüğü için insanın kıymetini bilen iyi bir adamın kalbinden geçen saf ve temiz duygularından bahsetmiş. ben çok geç okudum bu kitabı. ama çok önemsiyorum. yeraltından notlar'daki karakter de bu adamdan çok farklı değildi, prens mışkin de öyle, belki raskolnikov da. hepsinden birer parça vardı birbirlerinde. yaratıcıları Dostoyevksi olunca elbette kaybetmiş iyi adamlar anlatılacak romanlarda. gerçekte kimin kaybettiğini bilemiyoruz. dünya sahte, gelip geçici ve yüzeysel. maneviyatın gözardı edildiği bir yer. o yüzden ne söylesek, ne anlatsak boş. üstat sadece bütün romanlarında yaptığı gibi, beyaz geceler'de de, insanın içinde petersburga gitme isteği uyandıran o muazzam atmosferde, yine iyi bir adamı anlatmış. iyi bir adamın duygularını hiçe sayan, ezip geçen dengesiz bir kızın arkasından bile, ''onun mutlu olmasını istiyorum'' diyecek kadar iyi bir adamı anlatmış. ya eski yeşilçam filmlerinde, ya da yazarın romanlarında var böyle insanlar. değerini bilelim.