24 Ocak 2012 Salı

patasana - ahmet ümit

ahmet ümit'in okuduğum beşinci romanı patasana, iyi bir romandı. edebi bir eserden bahsederken kullanmak ne kadar avam bir davranış olsa da, her türlü gideri var bu romanın. ama polisiyesi zayıftı. 24. sayfada bir diyalog var. orada çözdüm katilin kim olduğunu. yazarla empati kurabilen, yazar gibi düşenebilen bir okuyucu için ilk 50 sayfasında rahatlıkla çözülebilen bir kurgusu var. ben 24. sayfada çözdüm. ağır bir spoiler vermekten gurur duyarım.

---spoiler---

timothy, sabah namazı vakitlerinde işlenen bir cinayetin sabahında ekibin kaldığı köye dönmektedir. fırat nehrinin kenarından geldiğini söyler. daha sonra ekibin yanına, bernd adlı alman arkeolog döner. ruhsuz bir karakter imajı verir yazar bernd karakterine. ona da sorarlar, o da fırat kıyısına indiğini söyler bisikletiyle. sonra da timothy atılır hemen lafa; ''neden karşılaşmadık öyleyse?''
bernd cevap verir: ''normal. fırat uzun bir nehir.'' ve timothy suskun kalır. (sayfa 24)

buradan anlaşılacağı gibi ahmet ümit dikkatleri bernd'e çekerken, timothy davranmıştır, karşılaşmadık diyerek. sanki bernd bir şeyler saklıyormuş izlenimi verir, ve bernd'den önce davranarak kendini temize çekme ihtiyacı hisseder çakal timothy.
çünkü timothy yalan söylüyordur. kitabın sonunda da itiraf ettiği gibi, katil timothy'dir. şimdi kendime bir alkış istiyorum.

4 Ocak 2012 Çarşamba

yüksel caddesindeki evsiz adam

Büyük bir hevesle tuttuğu, avucundaki kırılmış sigara izmaritleri, o an hayatında sahip olduğu tek şeydi. Bir sonbahar ayazında, etrafa umursamaz gözlerle bakıyordu evsiz adam. Kırlaşmış ve kir tutmuş sakalları ve saçlarıyla oraya aitti. Sararmış yaprakların üstünde yürüdüğü, yattığı, tek barınağı olan o kaldırımın bir parçasıydı. Her gün binlerce insanın gelip geçtiği o Yüksel caddesi'nde, insanların hiç dikkat etmeden yürüdüğü kaldırımlar gibi, ağaçlar, eskimiş banklar, üzerinde çekirdek kabukları olan kaldırım taşları gibi fark edilmiyordu. Oradan geçmekte olan, yolu bir şekilde o sokaklara düşmüş, zamanın akışında kaybolmuş birtakım insanlarla aynı zaman dilimini paylaşan tek insandı. Ama kimse tanımıyordu onu, yüzüne aşinaydılar; hepsi o kadar. Oradaki herhangi birisinden daha herhangi birisiydi, anlamsız gelmeler ve gitmeler yapıyordu bir uçtan bir uca. Diğer sokaklara sapıyordu bazen yolu, ama fazla kalmıyordu; tekrar dönüyordu ait olduğu yere. Yolunu kaybedenlerin, bir yerlere yetişmeye çalışanların, birilerini bekleyenlerin, zaman öldürmekten başka hiçbir şey yapmayanların, memurların, dersane öğrencilerinin, esnafların, sokak satıcılarının, sokak sanatçılarının, ya da bir bankta saatlerce oturup gazetesini okuyanların tek tanığıydı evsiz adam. 
Soğuk giderek şiddetlenmişti. Akşam oldu, ışıklar yandı; insanların caddeye sökün etmesiyle birlikte sesler de yükselmeye başladı ve taze bir kavga çıktı birdenbire. Kimse ne olduğunu anlayamadan bir gürültü başladı Konur Sokak'ın girişinde. Polisler, seyyar satıcıların üzerine yürüyordu. Satıcılardan biri yumruğunu savurdu, polisin, -hatta polislerin demek daha doğru olur- müdahalesi daha sertti. Üç polis sarmıştı, ne yaptığını bilmeden vurmaya çalışan, içindeki karşı koyma isteğini, farkında olmadan ortaya çıkaran bir satıcının etrafını. Yüksel Caddesi'nin, üstü yırtık pırtık, toprak rengine bürünmüş pasaklı yüzü de orada durdu; bir süre izledi olan biteni. Polislerin arasından arkadaşının da desteğiyle sıyrılan sokak satıcısı, büfenin önünden sokağa doğru geriledi. Bir küfür duyuldu o anda: ''sktir git ecdadını sktiğim. ahh. vurma lan orospu çocuğu.'' Seslerin sahipleri belli değildi, yaklaşık otuz kişilik bir insan kümesinden, kimin kime küfrettiği, kimin vurduğu, vurmaya çalıştığı belli değildi; hiçbir işe yaramadığını bildiği halde, karşı koyamadığı karşı koyma isteğiyle gözleri ışıldamış, façası bozulmuş sokak satıcılarının ne yapmaya çalıştıkları anlamsızlaştı. Saçmalaştı. Polisler daha da saçma hareket ediyordu. Sesler birbirine karıştı; ''dağılın lan .mın evlatları! çekiştirme lan puşt. Ne vuruyon copu.. Tamam. Tamam. Yeter vurma...Bırak, dağıldı yüzü.'' sözleri işitildi. Kavga sürerken bir çocuk ağlıyordu annesinin kucağında, hızlıca o bölgeden uzaklaşmaya çalışan, adımlarını hızlandırmış insanlar artık hiç uğramaz olmuştu. Sadece kavga edenler ve araya girmeye çalışanlar vardı. Bir de avucundaki kırık sigara izmaritlerine sarılmış,  anlamsız hareketler yaparak kalabalığa girmeye çalışan o evsiz adam. On dakika daha sürdü arbede, sonra uzaklaştı. Kısa bir zaman sonra da tekrar eski haline büründü Yüksel Caddesi.
Sokağın başında, kavga hiç olmamış gibi aynı ifadeyle bekleyen, yakın bir zamanda yapılacak yürüyüşün haberini vermek için broşür dağıtan adamın yanında dikiliyordu evsiz adam. Evsiz adamın yanında duran, bu broşürcü eylem adamı, bütün uğraşlarına rağmen şimdiye kadar hiçbir sonuç alınamadığından mı; yoksa o sokakta, arbedeye çok fazla tanık olduğundan mıdır bilinmez; fazlasıyla kabullenmiş gözlerle bakıyordu etrafına. Yanından ayrıldı evsiz adam; tekrar yerine döndü. Bir iki volta attı kaldırımda. Sonra birden, koşarcasına hızlıca yürüdü kitap okuyan kadın heykeline doğru. Orada oturan dershane öğrencileri vardı; kaçıştılar. Reflekse dönüşen bir kaçma hareketiydi bu; köpek gördüğü anda kaldırımın diğer tarafına geçmesi gibi insanların. Köpek fobisine sahip olanların da, yolunu tamamen değiştirmesi gibi. Korkmuş olmalıydılar bu pasaklı sokak adamından. ''Şarapçı var orada. buraya gelsene Merve?''  dedi, adı Merve olan kızın arkadaşı. Çağırdı yanına; gülüştüler.  Haklıydı, korkmuşlardı bir an için; ama o korktukları bir köpek değildi. Belki şarapçıydı. Belki şarapçı falan da değildi. İnsanların basit iç dünyasında tespit ettikleri, evsiz bir adama şarapçı demek için gereken asgari sakal ve saç uzunluğuna ulaşmış olması, o evsiz adamın suçu değildi. Şarapçı olması da onun suçu değildi. Orada neden bulunduğunun bile farkında olmayabilirdi. Yıllardır o caddede duran ağaçlara neden orada bulundukları sorulmadığı gibi, o adama da sorulamazdı. Bunun mantıklı bir açıklaması olsa bile; bu gerçekliği, oradan gelip geçenler bilecek durumda değildi.
Kitapçının önünde birilerini bekleyen insan kalabalığı artmaya başlarken, evsiz adam oradan on sekizinci geçişini yapıyordu. Kitapçının önünden döndü; tekrar caddenin yukarısına geldi. Yere çöktü kaldırımda; sırtını duvara dayadı. Kaç saattir tuttuğu belli olmayan, kırık sigara izmaritlerini, terlemiş ellerinden yere bıraktı. Pamuğundan başka bir şey kalmamış olanlara aldırış etmeden, en çok beyaz bölgesi olan izmariti seçti. Bir santimlik bir yer kalmıştı içilecek. Aldı eline; çakmağı ya da kibriti yoktu. Etrafına bakındı. Sonunda geldi birisi, eğildi yaktı çakmağıyla evsiz adamın sigarasını. Başını kaldırıp yüzüne baktı çakmağı uzatan adamın. Polisti. ''Az önce kavgaya karışan sen miydin?  Napıyon burada dayı? Gel bakayım sen'' dedi sararmış dişleriyle. Sustu evsiz adam, başını kaldırdı. Hiçbir cevap vermeden, sigarasından derin bir nefes çekti. Kalktı polisle birlikte; yürüdüler. Birkaç soru sorup, belki de eğlenip bırakmışlardı herhalde, çünkü on dakika sonra yine aynı duvara sırtını dayamış oturuyordu; anlamsızca bakıyordu olan bitene.